31 Mayıs 2012 Perşembe

Cunda'da Yaşanmamış Bir Gün...

Şimdi Cunda'da olsam.Salına salına arnavut kaldırımlı taş sokaklarda yürüsem.Gözüm bir detaya takılıp kalsa.Sonra, o detay çocukluğumla bugün arasında köprü olsa.Miskin miskin, deniz kenarında otursam.Güneş ışığı hüzmeleri ağaçların arasından yüzüme vursa.Uzaklardan sevdiğim bir parçanın tınısını duysam.Kalabalıklar varmadan, sakin telaşsız dolaşmaya devam etsem.Fotoğraf makinemin vizöründen, sevdiğim kareler yakalasam, hapsetsem. Güneş bunaltsa, sakız dondurma yesem.Derken, bu miskinlikten  güneş batarken motorların sesleri ile kendime gelsem.Taş kahvede kahve molası versem.Ada  yerlileri ile sohbet etsem.Kim olduğumu sormasa,kim olduğunu bilmesem.Öylesine bir sohbet, etiketleri kopmuş,kaygılardan uzak,içten derinden.Sonra karnım guruldasa.Balık yemek için sahil kenarı bulsam.Masayı donatsam,tam yiyecekken bir dostla karşılaşsam.O söylese ben dinlesem,ben söylesem o dinlese.Geceyi hatıralar,anılarla noktalasam.Derken on yıl geçse, yine bir Cunda gezimde bu yaşadıklarım aklıma gelse.Cunda hiç değişmedi desem ve ben aynı havayı solumanın mutluluğu ile dalıp gitsem....Ne olur bu hayalim gerçek olsa, Cunda  Bodrum olmasa...:((


30 Mayıs 2012 Çarşamba

Yalnızlığa Övgü


Mutluluğun gözü kördür,
Yalnızlık sağır.
Ondandır biri tökezleyerek yürür,
Öbürü uykusunda bile bağırır.

Mutluluk yalnız kendisini görür;
Unutur bu yüzden ilkin kendisini.
Yalnızlık kendi tutukluğunda özgür,
Boyuna bekler dönsün diye sesini.

Mutluluk alışır kendisine, ölümden beter;
Borçsuzluğuyla övünür, ama kedisi doğurmaz.
Yalnızlığın gidecek bir yeri yoktur;
Boyuna kapısına döner, açan olmaz.

Mutluluğun mezarları, yalnızlığın heykeli var..
Her ikisinin de saksılarında çiçek.
Biri hep başka bir renkle solar,
Öbürüyse ha açtı, ha açmayacak.


Özdemir Asaf


29 Mayıs 2012 Salı

Üç Kitap...


Hayat Bir Kervansaray, anne karnından başlıyor, çocuk gözüyle 50'lerin, 60'ların Türkiye'sini anlatıyor.Almanya'da yasayan Ozdamar'in Almanca olarak yazdığı ve 'Ingeborg Bachmann 1991' ve 'Walter Hasenclever 1992' ödüllerini kazanmış olan bu roman, aralıksız geçip giden tek tek imgelerden oluşan uzun bir yasam filmi de diyebiliz.
 1946 Malatya doğumlu sanatçı, uzun zamandır Berlin'de yaşıyor. Bochum ve Doğu Berlin tiyatrolarında oyuncu ve rejisör olarak çalışmış. İlk kez on iki yaşında Bursa'da sahneye çıkan sanatçı, 1965 yılında misafir işçi olarak Almanya'ya gitmiş. 1967 yılında Türkiye'ye dönerek, İstanbul'da Muhsin Ertuğrul, Beklan Algan, Ayla Algan, Haldun Taner, Melih Cevdet Anday ve Nurettin Sevin'den tiyatro eğitimi almış. 1970'te eğitimini tamamlayan Özdamar daha sonra Doğu Berlin'e geçerek buradaki Halk Tiyatrosu'nda Benno Besson ve Matthias Langhoff'la birlikte çalışmış. İzleyen yıllarda Bochum ve Frankfurt Şehir Tiyatroları'nda kariyerine devam eden sanatçı birkaç filmde, bu arada Dorris Dörie'nin "Doğum Günün Kutlu Olsun, Türk" adlı filminde de rol almış. Daha önce de Ingeborg Bachman, Walter Hasenclever, Adalbert von Chamisso, Kuzey Ren Vestfalya, Bergen Enkheim ve en önemlisi Heinrich von Kleist edebiyat ödülünü kazanmış olan Özdamar, 1982'den bu yana serbest yazar olarak çalışıyor. Yazarımızın tüm eserleri Almanca yayınlanmış ve sadece “Hayat Bir Kervansaray” Türkçeye çevrilmiş.


Parasız Yatılı, Füruzan'ın ilk eseridir ve benim en beğendiğim kitabı oldu.Sözün bittiği yer ise "Parasız yatılı imtihanına gelen çocuklar hep erken gelirler, hiç gecikmezler" .Bu cümleden sonra daha ne söyleyebilirim ki?


Sevgi Soysal'ın 1968 yılında yayımladığı Tante Rosa,yazarın anneannesi,teyzesi ve kendisinin yani üç neslin kadınlarının ortak sorunlarını,hayata karşı duruşlarını sentezleyerek oluşturduğu kadın karakter Tante Rosa'nın hayatını anlatıyor.Kadın olmanın zorluklarını ondört ayrı öykü ile,ironik bir dil ile okuyucuya aktarıyor.Cesur,dışa dönük,başkaldıran bir kadın Tante Rosa...Kitabın içi sizi yanıltmasın çocuk kitabı tarzında sevimli resimleri olan, ama kadının dünyasını düşündürücü bir dille anlatan harika bir kitap...:))


28 Mayıs 2012 Pazartesi

Yağlı Boya Resimler...

İnanılması zor,ama aşağıda gördüğünüz resimlerin hiç biri fotoğraf değil.Tuval üstü yağlıboya resimler...











25 Mayıs 2012 Cuma

Not

Bir blog acemisi olarak takip ettiğim bloglardan özür diliyorum.Çünkü takip ettiğim blogların tamamını listeye ekleme kısmını henüz keşfettim.Acemiliğimi bağışlayın...:))

Dünya İnsanı...

Hayatta üç konuda kimseyle tartışmamam öğretildi bana.1-Siyaset 2-Futbol 3-Din.Çünkü, her üç konuda da karşıt görüşlerle baş başa kalır, ya kırılır yada kırarsınız.Çocuk aklımla önceleri bunu anlamasam da, büyüdükçe bunun doğruluğunu anladım.İlk iki özellikte hayat duruşum çok net ve belirgin olmasına karşın,üçüncü özelliğimi çok fazla kişi bilmez,bilemez.Din ilk ikisinden çok daha hassas bir mevzudur ve gizli kalması ibadetin en güzel şeklidir diye düşünmüşümdür.Hiç kimseye bugüne kadar din ile ilgili yorum yapmadım.Belki kendimi arayışımda bile, hala çaba içinde olmanın verdiği hamlık duygusu, belkide haddim olmama duygusu.Fakat son bir yıldır özellikle mesneviye ilgi duymam beni Cemalnur Hanım ile ilgili araştırmaya teşvik etti.Elif Şafak'ın Türkiye'de mesneviyi en iyi bilen kişi diye tanımladığı bir isim Cemalnur Sargut.Merak edip bütün kitaplarını okudum ve bütün sohbet videolarını dinledim.Hatta  kendisini merak edip, gidip canlı canlı dinledim.


Sonuç,kalbiyle,ilmiyle,bilgisiyle,samimiyetiyle beni büyüledi.Dini yorum yapan çok insan dinledim.Ama dinledikten sonra kalbimde sevgi ve huzur uyandıran tek insan Cemalnur Hanım oldu.Konuşmalarında hiç yapmacığa,baskıya,korkuya din adına zorlamaya yer yok.Bilgiyi sevgiyle veriyor size.Bıktırmadan,korkutmadan dinden uzaklaştırmadan.Sadece Türkiye'de değil yurt dışında da konferanslara katılıyor,konuşmalar yapıyor.Kiliselerde bile tasavvuf yolu ile dini anlatıyor.Onun dünyasında sen,ben yok biz var.Birlik,beraberlik ve sevgi var.Onu tanıdıktan sonra, doğru bilgiye ulaşmak isteyenlere tavsiyem Cemalnur Hanım oldu ve bugün ilk defa din ile ilgili bir yorum yaptım.Amacım akıl vermek değil,bu zaten haddim de değil.Bloğumda, sevdiğim ve beğendiğim şeyleri paylaşmaya çalışıyorum.Bilginin, paylaşıldıkça güzelleştiğine inananlardanım.Bu duyguyla bu yazıyı yazdım.(Yazımdan başka manalar çıkarılmaması adına bu açıklamayı yapıyorum.)Eğer mesneviye ilgi duyuyorsanız,yada din adına  samimi bilgiye ulaşmak istiyorsanız, yurt dışında kürsü açmış bu değerli insanı tanımanızı öneririm.İyi bir hafta sonu geçirmeniz dileğiyle...:))

24 Mayıs 2012 Perşembe

Yer Değiştirme Projesi...

Dün akşamdan beri bu habere takılmış durumdayım.Zürih şehrinde, 2010'da bölgedeki demiryolu ağının genişletilmesi kapsamında, tarihi bir binanın yıkımı gündeme gelmiş. Ancak bir emlak şirketi 6200 tonluk binayı satın alarak taşımaya karar vermiş. 122 yıllık bina 60 metre kaydırılarak yeni yerine taşınmış.Bu tarihi binayı taşıma işlemi 2 gün sürmüş.

Kaydırma projesi 2 ile 3 milyon Frank (6 milyon lira) arasında bir maliyetle gerçekleştirimiş.
130 mühendis ve işçinin emeği ilegerçekleşen kaydırma projesi 16 saatlik birçalışma sonunda bitirilmiş. Yetkililer bu uzunlukta bir kaydırma işleminin Avrupa'da ilk kez gerçekleştiğini belirtmişler.Oysa 80 yıl önce Türkiye'de yapılmış bir yöntem.İşte aşağıda yayınlanmış o dönemin haberi:

ATATÜRK VE ‘YÜRÜYEN KÖŞK’Ü

Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, tarımda modern teknikleri kullanılması, çevre üreticilere örnek olması ve onların nitelikli fidan, fide, damızlık ihtiyaçlarının karşılanması için kişisel mülki olan Yalova’nın doğusundaki ‘Millet Çiftliği’ni bu amaca uygun olarak düzenletmiştir. Çiftlik içinde, deniz kıyısında, ikameti için 1929 yılında bir çınarın yanında iki katlı mütevazi bir köşk yapılmıştır.

‘Yalova Benim Kentim’ diyen Atatürk Yalova ile yakından ilgilenmiştir. Yalova’ya  gelişinde köşkün hemen yanındaki Ulu Çınar ağacının dallarını kesmeye çalışan bir bahçıvan ile karşılaşır. Hemen bahçıvanı yanına çağırarak bunun nedenini sorar. Görevli bahçıvanın cevabı şöyledir: Ağacın dalları uzamış binanın duvarına dayanmıştır. Aldığı cevaptan tatmin olmayan Atatürk, düşünülmesi bile imkânsız olan bir emir verir: “Ağaç kesilmeyecek. Bina kaydırılacak.” Görev İstanbul Belediyesi Fen İşleri Yollar-Köprüler Şubesi’ne verilir. Sorumlu baş mühendis Ali Nuri (ALNAR) binanın temellerini açtırır. Temellerin altına zor ve çok yavaş ta olsa raylar döşenir. Bina rayların üzerinde doğuya doğru 4 m kaydırılır. Bu olağanüstü ve riskli iş 10 Ağustos 1930 tarihinde tamamlanır ve Ulu Çınar Ağacıda kesilmekten kurtulur.

O günden beri köşkün adı “Yürüyen Köşk” olarak kalmıştır.

22 Mayıs 2012 Salı

Paylaşmak için Yaşamak mı,Yaşadıklarını Paylaşmak mı ?

Biliyorum başlık biraz uzun oldu, ama konunun kendisi için bile günlerce konuşulur.Hepimiz teknolojinin nimetlerinden yararlanarak, zamanın ruhunu sıcağı sıcağına yakalıyoruz.Facebook,Twitter,Instagram,E-Mail gün içerisinde defalarca kullanıyoruz.Ama sanırım artık tüm bu sanal sosyallik, sınırlarını aştı.Geçen akşam, gençlerin ağırlıkta olduğu bir yere yemeğe gittim.Yan masada, yaşı genç arkadaşların oluşturduğu bir grup.Hiç birini tanımıyorum.Ama masaya oturdukları andan itibaren, hal ve hareketleri dikkatimi çekti.Olay şu: Hepsi masaya oturur oturmaz cep telefonlarını çıkardı.Herkes, birbirine hal hatır ile değil, telefon ile meşgul oldu.Sanırsınız, alet o gün gökten zembille inmiş.Daha sonra bir tanesi topluca resim çekip gönderdi.Diğerleri de o an çekilen fotoyu cepten like ile onayladı.Nasıl ama müthiş bir iletişim değil mi?Ben nutkum tutulmuş vaziyette olanları anlamaya çalışıyorum.Ucundan tutulacak olumlu bir yan görme çabasındayım.Sonra, sohbet yine yok, herkes yine telefonla meşgul,hatta bazılarının iki telefonu var.Tüm gece olan aksiyon bundan ibaretti.Sohbetsiz gece noktalandı.Eminim, o telefonda gönderilen resmin altında, harika bir geceydi ibaresi de mevcuttur.

Gerçeklerden uzaklaşıp, sanal doneler üzerinden iletişime geçiliyor.Ve ne yazık ki, yetişkinlerin bile pek çoğunda durum bundan ibaret.
Hiç kimse, kendisi için yaşamıyor.Hayatta haz almakta en temel şey, paylaşımdır.Hep başkalarının bizi nasıl gördüğüne dair bir yaşama geçmişsek, durum cidden vahim demektir.Yaptığımız eylemden bir doygunluk yaşıyorsak, bunu başkalarının görme çabası ne içindir? Maalesef, mış gibi yaşamlarda başkalarının gözünden onay almayı bekleriz.Eğer olay anında, yaşadığımız bir  tatminsizlik varsa, onay duygusundan sonra bu tatminsizlik giderek azalmaya başlar.Bu süreç, kendi içimizde çözülmediği sürece, bu şekilde devam eder.
Kısaca, uzun vadede yalnızlığa doğru bir yolculuk başlar diye düşünüyorum.Yalnızlık kastım, tek başına kalmak değil, kalabalıkta dahi kendi içimizdeki yalnızlıktan kurtulamamaktır.Zaman akıp giderken, gerçek yaşamın hazzına varmak varken, sanal alemin hazzı DÜŞÜNDÜRÜCÜ.Hepimizin, cidden oturup düşünmesi gerekiyor, Paylaşmak için Yaşamak mı,Yaşadıklarını Paylaşmak mı?

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Can Dostum...

Havalar hala nane-limon tadındayken, bu filmi kaçırmayın.Ben Fransız sinemasını çok sevmem, ama bu filme bayıldım.Farklı dünyalardan iki insanın hakiki,içten, çıkarsız dostluklarını anlatan bir film.Zaman zaman güldüren, bazen hüzünlendiren gerçek yaşamdan alıntı, dram-komedi.




Fransa'da tüm zamanların en başarılı ikinci filmi olmuş.Senaryo o kadar akıcı ve güzel ki, bu ikilinin ilişkisini izlerken açıkçası kıskandım.Filmin konusu,
Oldukça zengin bir aristokrat olan Philippe, yamaç paraşütü kazası sonrasında felç geçirir. Boynundan aşağısı tamamen hissizleştiği için 7/24 onun yanında durup bakımını üstlenecek birine ihtiyaç vardır. Driss ise hapishaneden yeni çıkmış bir işsizdir. Bakıcı olarak Philippe ile çalışmaya başlayan Driss, hem kendisinin hem de Philippe’nin hayatını değiştirir!

Hiç bir ortak noktaları yok ama öylesine iyi anlaşıyorlar ki, siz onların dostluklarını izlerken, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.Müthiş keyif aldım, izleyin derim...:))

18 Mayıs 2012 Cuma

Cilt Bakımım...


Cilt bakımı yaptırmaya sık sık gidemeyen ben gibi, bir çok kadın vardır.Baktım gitmeye vakit yok, ben de kendi cilt bakımımı kendim yapmaya karar verdim.Bir süredir uyguladığım bir maske var ve çok memnunum.Zaman zaman beni sinir eden sivilcelere de iyi geliyor.Eminim daha önce duymuşsunuzdur, ama ben duyup uygulamamanın pişmanlığını yaşadığım için paylaşayım istedim.Malzemeler çok basit.Bir paket  maya,bir yemek kaşığı ılık süt.Bu iki malzemeyi bir kapta karıştırıp, yüzünüze göz altı haricinde sürüp, 20 dakika bekletiyorsunuz.Sonra, önce sıcağa yakın ılık su, ardından soğuk su ile yüzünüzü yıkıyorsunuz.Kuruladıktan sonra, eğer gül suyu var ise sürün, yok ise kullandığınız tonik ile işlemi bitiriyorsunuz.Yüzünüz maskede gerilecek, panik yapmayın.30 yaş civarı hanımlar 15 günde bir, 40 yaş ve üstü her hafta 1 kere uygulayabilirler.
Bir diğer öneri, göz çevresinde ki kaz ayakları için.Benim böyle bir sorunum yok, ama eşimin çok olduğu için denemeleri onda yaptım ve başarıya ulaştım....:)) Bir aktarcıdan kayısı yağı alıyorsunuz ve her gün düzenli olarak kırışıklık olan bu bölgelere yedirerek sürüyorsunuz.Eşimin sorununu bir hayli çözdük.Mucizevi bir yağ haberiniz olsun.Kayısı deyince akan sular durur zaten....:))
Bu kadar güzelleşmek yeter, ben kaçıyorum ve güzel bir hafta sonu diliyorum....

17 Mayıs 2012 Perşembe

Mabet Ağacı...

Bir süredir, her şeyi unutuyorum.Çok vahim bir hale henüz gelmedim, ama bu unutkanlık olayı beni rahatsız etmeye başladı.Çantamdaki defter ( telefona not almayı sevmiyorum) doldu taşıyor.Yakında klasörle gezeceğim böyle giderse....:))Hal böyle olunca, çözüm arayışlarına girdim.Ginkgo Biloba (Mabet Ağacı) çok duyduğum ama ilgilenmediğim bir ağaç idi.Meğer ne cevherleri varmış haberim yokmuş. Ginkgo bir yaşayan fosil diyebiliriz. Dinozorlarla yanyana yaşamış. Ginkgo Çin'de uzun zamandır yetiştiriliyormuş. Bazı tapınaklara dikilmiş ginkgoların 1500 yaşını geçkin oldukları tahmin ediliyor. Ginkgo yapraklarının özü flavonoid glükozidleri içeriyor ve ginkgolidler (Ginkgo özü bazlı ürünler) eczacılıkta giderek daha yaygın şekilde kullanılıyor. Mevcut bilimsel araştırmalar Alzaimer(Hafıza Kaybı, Unutkanlık) rahatsızlıklarında, hafıza güçlendirmede, başdönmesini önlemede ve zihinsel konstantrasyon arttırmada gingko özünün mutlak yararları bulunduğuna işaret etmekte olup, olası diğer faydalarına ilişkin çalışmalar sürdürülüyormuş.



İstanbul'da Mabet ağacı örneklerine rastlamak mümkün.Ihlamur Kasrı girişinde bulunan mabet ağacı, 1855 yılında dikilmiş. İ.Ü. Orman Fakültesi, Bahçeköy Orman İşletmesi Bahçesi ile Atatürk Arboretumu'nda güzel gelişmiş dişi ve erkek Mabet Ağaçları varmış. Mış lı konuşuyorum çünkü henüz gidip inceleme yapmadım, ama bayağı merak ettim bu ağacı.


Çünkü bu şifalı ağaç, Hiroşimaya atılan bombadan etkilenmeyen tek canlı.Şimdi sizde merak ettiniz değil mi atom bombasına başkaldıran bu bitkiyi....))
Bir çok kişiden sınav öncesi bu bitkiyi içenleri duydum..Ginkgo biloba beyin damarları içerisinde tabaka (plak) oluşumunu azaltarak kanın daha hızla dolaşmasını dolayısıyla da plak oluşumuna bağlı olarak ortaya çıkabilecek hafıza zayıflamasını azaltıyormuş. Kısacası kapasiteyi artırmıyor ama daha yüksek verimle kullanmaya yardım ediyor. Yani ginkgo vererek bir insanı Einstein yapmak mümkün olmuyor... Tabii ginkgo ilerleyen yaşlarda öneriliyor, çünkü gençlerde plak oluşumu riski minimummuş.Yani siz siz olun bitkisini çay diye sakın tüketmeyin.Eczanelerde satılan kapsülleri kullanmak (doktor kontrolünde) daha akıllıca.
Zaten yaşı ilerleyen bir çok insanın kullandığını duydum.Bu da benim yaşlılık hazırlığı yaptığımın kanıtıdır...:))

16 Mayıs 2012 Çarşamba


Do

Dün sabaha karsı kendimle konuştum
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum
Yokuşun basında bir düşman vardı
Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum

Özdemir Asaf



15 Mayıs 2012 Salı

Gökova'nın Prensesi Akyaka

Olağanüstü bir yoldan kıvrılarak aşağıya inerken karşınızda gördüğünüz muhteşem manzara Gökova körfezi ve kıyısındaki Akyaka'dır.Burada ilk hissedeceğiniz huzurdur.Deniz,dağ,orman ve siz.Akyaka'da fark edeceğiniz bir başka güzellik Nail Çakırhan evleridir.En ilginç olan Nail Bey'in mimarlık eğitimi almamış olması ama evlerin 1983 Ağahan Mimarlık ödülünü almış olmasıdır.


Eğer cesaretiniz varsa, yazın bunaltıcı sıcağında, buz gibi suyuyla Azmak'ta serinlemeyi deneyebilirsiniz.Ben o soğuğa dayanamamıştım...:)) Buraya çok yakın olan Boncuk koyunda kumsal köpekbalıklarının üreme yerini ziyaret edebilir, hatta yüzebilirsiniz.Şu ana kadar hiç bir insana saldırmadığını belirteyim...:))
Sedir adası ve civar koylara gezi yapan teknelerin turlarına katılabilirsiniz.Akyaka konaklama açısından çeşitlilik sunan bir yer.İster otel,ister pansiyon hatta kamp ve karavan için ayrılmış yerler var.
Ayrıca buraya gelip sessiz,huzurlu Çınar Koyu'nu görmeden olmaz.Denizin burada çok soğuk olduğunu hatırlatırım.Aslında genel olarak Akyaka diğer denizlere göre biraz daha soğuktur.Özellikle sıcak deniz sevenlerin bunu bilmesinde fayda var.

Konaklamaya gelince,azmak manaralı otelde kalmak istiyorsanız Ottoman Residence,Kordon Apart yada Yeşil Apart'ta kalabilirsiniz.Otel düşünürseniz (denize yakın) Yücelen Otel'i tavsiye ederim.
Benim tavsiyem özellikle Baga butik otel....:))
Akyaka'ya gidip ne yiyeceğim diye sorulmaz tabi ki balık hem de taze taze çeşit çeşit...
Eğer hala gitmediyseniz bu huzurlu körfeze bir uğrayın derim...:))

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Goya,Zamanın Tanığı...


Çağdaş sanatın dev ismi Goya'nın eserleri, sanatseverler ile Pera Müzesinde buluşuyor.Goya’nın 230 eserinden oluşan, küratörlüğünü Marisa Oropesa ve Maria Toral’ın yaptığı “Goya, Zamanın Tanığı” sergisi içerdiği zengin gravür eserlerden ötürü “dünya çapında bir sergi” olarak tanımlanıyor.Goya’nın gravür serileriyle – Kapriçyolar, Savaşın Felaketleri, Boğa Güreşi, Atasözleri ya da Zırvalar-, aralarında döneminin kralı IV. Carlos ve kraliçe María Luisa’nın portrelerinin de yer aldığı çeşitli yağlıboyalarını buluşturuyor. Sergide yer alan yapıtlar, saray ressamlığı ve portreciliğinin yanı sıra, tanığı olduğu acı ve karanlık çağın tüyler ürperten görüntülerini, savaşın acımasızlığını ve dönemin toplumsal olaylarını eleştirel bir bakış açısıyla yansıtan,Goya’nın dünyasına ışık tutuyor.

 

Sergide yer alan bir diğer seri “Boğa Güreşleri” ise ünlü ressamın hem özel ilgisinin bir ürünü (gençliğinde boğa güreşi yaptığı söylenir) hem de para kazanma ihtiyacının sonucudur. Çünkü Kral VII. Fernando kelimenin tam anlamıyla bir boğa güreşi tutkunuydu va o sıralar parasızlık yaşayan Goya da onun bu tutkusundan yaptığı 40 gravürle yararlanmayı bilmişti.





Gitmeyi düşünenler için bir hatırlatma,sergide yağlıboya resim çok az,geniş bir gravür sergisi olduğunu bilerek gidin, aksi halde hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz.İspanyol ressamın bu sergisi 29 Temmuz'a kadar Pera Müzesi'nde sergilenecek.

11 Mayıs 2012 Cuma

İki Film,İki Yorum

Öncelikle Nar filmiyle başlayayım.Hepimiz nar taneleri gibi birbirinden ayrıyız: Hem çok benzeriz, hem de çok farklıyız. Ama açılmamış bir bütün nar gibiyiz aynı zamanda. Bizi bir arada tutan kabuk, birbirimize duyduğumuz inançtır. Nar; bir kadının kendi adaletini aramasıyla başlayan bir öykü. Nar, apayrı şeylere inanan dört kişiyi bir evin içinde, adalet konusunda, kendilerine yarattıkları inanç dünyaları konusunda, ciddi bir sorguya tabi tutuyor.Oyunculuk açısından Serra Yılmaz'ın bakışları bile filmi gizemli yapmaya yeterdi.Ama öte yandan her filmde, hep aynı ses tonu ile Serra Yımaz'ı izlemek beni düşündürdü açıkçası.Filmdeki kapıcı Mustafa karakteri son derece başarılıydı. İdil Fırat'da canlandırdığı Sema karakteri,  fazla didaktik bir oyunculuk sergilemiş.Deniz karakterinde izlediğimiz İrem Altuğ ise seyirciye endişeyi işlemeyi başarmış bir oyuncu.Genel olarak filmi sevdim, ancak filmin  festival filmi şablonunda olduğunu söyleyebilirim...

Gelelim diğer filmimize,Soraya'yı Taşlamak.Soraya’yı Taşlamak’ta Şeriat’la idare edilen İran’da kadınların bitmeyen çilesi, karşı karşıya kaldıkları ayrımlar mercek altına alınıyor. Kadının erkeğinden ve toplumundan gördüğü hakareti ve toplumsal baskıyı içten ve samimi bir dille anlatıyor. Kadınlara itibar edilmediğini, alınıp satılan bir meta olarak algılandığına en önemlisi de karşılaştığı fiziksel şiddete tanıklık ediyoruz. Kız çocuklar ile erkek çocuklara karşı tavır farklılıklarını  gözlemliyoruz. Filmde ayrıca insanların yoksulluğu ile çaresizliğini en önemlisi de birbirlerine karşı duyarsızlığını hissediyoruz.İnsanın yüreğini acıtan,kanını donduran, gerçek bir hikayeden yapılmış bir film.Recm (Taşlanarak öldürülme) gerçeği, 21.yüzyılın insanlık ayıbı.1994 yılında kitabı yazılıp, 2009 yılında filmi çekilmiş.Filmi izlerken, insanlığımdan utandığımı söyleyebilirim.Son ana kadar, bir mucize olsa da kurtulsa ümidiyle seyrettim.Canınızı acıtsa da izleyin derim..Güzel bir hafta sonu geçirmeniz dileğiyle...

10 Mayıs 2012 Perşembe

Göbeklitepe...

Medeniyetin anlatılmamış tarihidir Göbeklitepe.Burayı önemli kılan, insanlık tarihi adına şimdiye kadar bildiğimiz tüm bilgileri tek tek gözden geçirmemize neden oluşu.Dünyanın gözü şu an Göbeklitepe'de.Çünkü, dünyanın orjinal haliyle günümüze kalan en eski tapınağı olan Göbeklitepe, 12.000 yıl önce inşa edilmiş.Keşifler göçebelikten yerleşik hayata geçerken,kentlerden önce tapınakların inşa edildiğini gösteriyormış.Tarihi M.Ö. 10 bin yıllarına uzanan,tapınma amaçlı törensel alanlara ait mimari kalıntılar,dikili taşlar ve üzerinde kabartmalı yabani hayvan ve bitki figürlerinin bulunduğu taşlar göz kamaştırıyormuş.Burada bulunan tapınaklar, dünyanın yapıldığı hali ile bugüne ulaşabilen ilk tapınaklarıymış.Bu tapınakları inşa edenlerin kim oldukları, hala kesin olarak bilinmiyormuş.





Göbeklitepe, Şanlıurfa'ya 20 kilometre mesafede, Örencik Köyü yakınlarında.Alman arkeolog Prof.Dr.Klaus Schmidt'in yürüttüğü kazılar,her yıl eylül ve ekim aylarında on haftalık bir süre içinde yapılıyormuş.
Dünyanın en eski 10 tapınağı:
1. Göbeklitepe, M.Ö. 12.000-10.000.
2. Hypogeum Tapınağı; Malta, M.Ö. 3.600.
3. Ggantija Tapınağı; Malta, M.Ö. 3.600.
4. Hagar Qim Tapınağı; Malta, M.Ö. 3.200.
5. Stonehenge İngiltere, M.Ö. 2.500.
6. Knossos Saray Tapınağı; Girit, M.Ö. 1.700.
7. Amada Tapınağı; Mısır, M.Ö. 1.500.
8. Haşepsut Tapınağı; Mısır, M.Ö. 1.479.
9. Luksor Tapınağı; Mısır, M.Ö. 1.400.
10. I.Seti Tapınağı; Mısır, M.Ö. 1.279.
Göbeklitepe'de şimdiye kadar altı tapınak ortaya çıkarılmış.Yörede yirimi kadar tapınak olduğu tahmin ediliyor.Umarım, tüm dünyanın yakından takip ettiği bu değerli bölgeyi, turizm açısından da değerlendirme becerisini gösteririz.


9 Mayıs 2012 Çarşamba

Bin Hüzünlü Haz ve Kırmızı Pelerinli Kent

Bin Hüzünlü Haz ,tam bir yazı ustalığı ile karşılaşacağınız, okurken sizi sonuna kadar zorlayan bir başyapıt..Başlayıp su gibi içemeyeceğiniz, bir oturuşta tüketemeyeceğiniz bir kitap.Ben kitabı bitirdim, ama hala Alaattin'i aramaya devam ediyorum.Kesinlikle bir kaç defa okunmayı hak eden bir kitap.


Okuduğum bazı cümlelerin altını çizmeyi seviyorum.Çerçeveletip asılacak nitelikte, altın değerinde cümleler.Kitaptan aktaracağım alıntılar:

'Herkes leblebi yer gibi sinir hapı atıyor ağzına, herkes gazetelerin birinci sayfasında pıhtılaşan kanlara göz ucuyla bakıp bakıp susuyor ve herkes adımını ileriye değil de, kendi içine doğru atıyor." (s.34)

'Kendi çizgilerinin içinde uyuyakalmış gibi görünen ağaçların uzaklığına, insanların hayalgücünü harekete geçiren kıpırtıların yokluğuna ve bu yoklukla birlikte ortalıkta dolaşan sessizliğin oraya buraya takıldıkça yırtılıp parçalanan gevşekliğine bakılırsa, orman da tıpkı benim gibi, bu noktada oyalanıyordu sanki." (s.84)

'Hayallerini elektrikli süpürgelerin gürültülerinde öğütüp öğütüp toz torbalarıyla birlikte her gün çöpe boşaltan donuk bakışlı kadınlar..." (s.51)

Kırmızı Pelerinli Kent,Rio'yu sevdiren,ama aynı zamanda düşündüren,hatta kaygılandıran Aslı Erdoğan kitabıdır.Gezi kitabı kadar ayrıntılı,film kadar etkileyici,şiir kadar sarsıcı bir kitap.Özgür adlı bir kadının  kendine meydan okuması,direnmesi, kısaca hayatla hesaplaşması.Bu, Rio yada başka bir şehir olsun fark etmezdi Özgür için, o ölümle burun buruna geleceği her şehir de, bu hesaplaşmayı yaşardı.Özgür,Zaman zaman hepimizin içinde hissettiği meydan okuma arzusuna, hayran kaldığım bir karakter olarak beynime kazındı.

İnsanın kendine yabancılığı ile hesaplaşması için, çoğu zaman mekan fark etmez.Bu hesaplaşmanın dozunu,şiddetini, yerini düşünmeden başlarız çoğu kez.Fazlasıyla okurun yumuşak karnına dokunan, acıtan bir kitap.Alıntılar:

Sıfır noktasına varan herkesin bildiğini o da biliyor artık,insanın yoluna çıkan bütün cesetler,onu tek bir yerinden,en zayıf yerinden vurur:Kendi içindeki cesetten.(syf.124)

Yaşam iki göz kırpması arasında görülen bir düştür.Yalnızca bir düş...(syf.129)

8 Mayıs 2012 Salı

Madrid 3

Sabah erkenden yola koyulduk.Planda, önce Plaza Mayor vardı.Gece gördüğümüz meydanı, gündüz görmek istedik.Meydan, bir zamanlar engizisyon gereği yaşanan idamlara tanık olmuş bir meydan.Çevresinde oturma alanları bir hayli kalabalıktı.Biz çok fazla oyalanmadan Palacio Real, yani Kraliyet Sarayının yolunu tuttuk.Önce bilet kuyruğu ve sonra bu muhteşem sarayın 2.000 odasından sadece bir kaçını gezerek tura başlıyoruz.Yaklaşık iki saat geçirip, Retiro denen parka geliyoruz.Yağmur başladığı için çok uzun süre bu parkın tadını çıkaramadık.Ama uzun süre oturup vakit harcanacak huzurlu bir yerdi doğrusu.


Parktan ayrılıp, Plaza de Espana'ya geliyoruz.Don Quijote ve Sancho Panza'yı selamlayıp bu bölgeyi geziyoruz.

Gezimizin son durağı, yine Puerta del Sol idi.Burada hediyelik eşya alışverişi ve yemek molası ile günü sonlandırıp otele geçiyoruz.
Bir sonraki gün, Toledo gezisini yapıyoruz.Madrid'in dışında trenle gidilebilen önemli bir şehir.Dünyanın en büyük ortaçağ şehirlerinden biridir Toledo, ve engizisyonun en acımasız kıyımlarına sahne olmuştur.Müslüman ustaların yapmış olduğu mudejar mimarisini, burada görebilirsiniz.Eski kasabanın tam merkezinde görkemli Katedral yer alır.İspanya'nın gezilmeye değer en önemli yerlerinden birisidir.El Greco,Goya,Van Dyke ve Bellini gibi sanatçıların eserleri bulunur.Ben Toledo'nun dar ve sevimli yollarını çok sevdim.Toledo'nun heybetli Alcazar'ının duvar çinilerini inceleyip, tekrar Madrid'in yolunu tutuyoruz.Bütün güz gezip yorulduğumuz için, istikamet direkt otel oluyor.

 Sabah erken kalkıp, size dün anlattığım bit pazarının yolunu tutuyorum.Pazar sonrası, havaalanı transfer ve maalesef bir gezi daha mutlu ve yorgun sonlanıyor.İspanya, bir haftadan çok daha fazlasını hak eden, güzel bir ülke.Darısı Endülüs turuna diyor ve bu defteri kapatıyoruz...:))

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Madrid 2

Madrid yazılarıma kaldığım yerden devam ediyorum.Bugün gezimi değil, yine gözlemlerimi aktaracağım.Bir terazi kadını, içinde kantarı ile gezer.Bu şehirde kantar bozuldu.Niye derseniz, Katalan halkına yapılan haksızlığı öğrenmemden kaynaklanıyor.Barselona'nın kendi halinde bir güzelliği var.Madrid ise kusursuz bir kadın gibi alabildiğine süslenmiş.Özellikle, Kraliyet Sarayının çevresindeki bölgede çiçeklerle süslü bulvarlar,gece ışıklandırılan bakanlıklar, tüm bu görkem paranın başkente harcandığını gösteriyor.Zaten bu durum da Katalan'ların hoşuna gitmiyor.

Madrid'te en iyi kahvaltı yada öğle yemeği yeri benim için Mercado de San Miguel'di.Her tezgah ayrı enfes.Yolunuz  Plaza Mayor tarafına düşerse, çok yakın bir uğrayın derim.Yemekten konu açılmış iken Churros ve sıcak çikolatayı mutlaka deneyin.Olmazsa olmazlardan..:))

Bir başka tavsiyem Pazar günü kurulan El Rastro bit pazarı.Öyle bildiğiniz pazarlardan değil.Antikacı tezgahlarının başından ayrılamayacağınız türden.Ne ararsanız var.Ben üç saat geçirdim, yine de dolaşamadığım yerleri olduğuna eminim.Sabah 9'da açılıp 15'te kapanıyor.Ben bir kolye, bir resim, birde yelpaze aldım.Ayrıca iki sevgilinin 1936'da çekilmiş bir resmi.Arkasında el yazısı ile aşk şiiri var...:))



Her şehrin botanik parkını severim.Bu şehirde zamanım olmadığı için gidemedim.Siz giderseniz ve vaktiniz varsa gezin.İçi çok hoş görünüyordu.Real Jardin Botanico, Prado müzesine çok yakın..

Bir şehri gezmenin en iyi ve unutulmaz hali, benim için filmlerini izlemek, kitaplarını okumak, tarihini öğrenmekten geçer.Pedro Almodovar filmlerini seven ben, ilk defa izlediğimde  bu adamın memleketi ve sokaklarını görmeliyim demiştim.Gitmeden önce mutlaka o ülkede geçen bir kitap okunmalı.Mesela, Güneş de Doğar romanı iyi gider.Hemingway seviyorsanız, romanın bir kısmı İspanya'da geçiyor hatırlatırım.
Atocha tren istasyonuna gidemedim, ama gidenler çok beğenmiş benden söylemesi...
Aklıma gelmişken ,Sobrino de Botin'de akşam yemeği için mutlaka rezervasyon gerekiyor,1725 yılında kurulmuş ve Guiness rekorlar kitabına göre dünyanın en eski lokantası haberiniz olsun..


Aklıma gelenleri daldan dala konarak yazdım,  unuttuğum bir şey varsa, yarın devam ederim, şimdilik bu kadar kalın sağlıcakla...:))

4 Mayıs 2012 Cuma

Madrid

Madrid'i gezmeye Prado müzesinden başlayıp,müzeden çıkamayan ben, 3,5 saat gezdim ki bitirmek namümkün.En az bir hafta, hakkını vererek gezmek gerektiğine inanıyorum.Bu müzede 4.600 tablo olduğunu söylersem, ne demek istediğimi anlarsınız sanırım.Koşuşturma yaşamamak için seçim yaparak gezdim, ama ona rağmen yorucu bir geziydi.Goya,Velazquez,El Greco,Boch,Tiziano seçtiklerim arasındaydı.Las Meninas ve Dünya Zevkleri Bahçesi müthiş güzeldi.



Bu ressamların dışında, Brueghel'in The Triumph of Death resmide benim oldukça ilgimi çekti.Zombi filmlerinin, 500 yıl önceki  resme dökülmüş hali.Başında ne kadar durursanız durun, resimdeki her ayrıntı sizi düşündürüyor ve yeni bir şeyler görüp ayrılamıyorsunuz.

Prado Müzesinden sonra, Reina Sofia'yı ziyaret ediyorum.Guernica merakımı gidermek için, ilk Picasso'nun bu muhteşem eserine yöneliyorum.Öylesine kalabalık ki biraz bekleyip yer buluyorum.



Resmin bu kadar önemli olmasının en büyük sebebi, savaş karşıtı düşüncenin evrensel simgesi haline gelmesidir.Tüm salonları gezmedim, bir kısmını gezmek zorunda kaldım ve bu müzede daha önce görmediğim Dali'nin bir resmini gördüm,  vuruldum.Tabi bunun küçük bir tablosunu evime asmak için aldım.Resmin adı Girl Standing at the Window.

Müze gezisi bittiğinde, eşim ve bende yorgunluktan bitmiş olarak, otelin yolunu tuttuk.Pazartesi Madrid gezi yazılarına devam diyor, iyi bir hafta sonu geçirmenizi diliyorum...:))

3 Mayıs 2012 Perşembe

Barselona (3)

Bir yandan yazıp, diğer yandan gülüyorum, başlık Barselona(3) , Meydan Larousse ansiklopedisi gibi oldu ama ne yapalım yazacak çok şey var.Gezinin 3.Gününde durağımız Montjuic.1992 yılında Olimpiyat Oyunları'nda ana etkinliklerin merkeziymiş.Ama benim asıl gidiş nedenim Miro müzesi.90 yaşında ölen Katalan sürrealist sanatçı Miro'nun yağlıboya,karakalem çalışmalarını ve heykellerini inceledim.Müzeyi tek başıma gezdim.Barış, hangi resme baksa işi sulandırdığı için onlar benimle gezmedi(Eşim ve oğlum).Müze çıkışı, etkileyici Palau National merdivenlerinde müzik molsası verip dinendik.Ortaçağ sanat koleksiyonlarının sergilendiği bu güzel yerden şehrin manzarası da etkileyici görünüyordu.Buradan Casa Battlo'yu  ( yine Gaudi şaheseri) gezip, otelin yolunu tuttuk.Geceyi  Flamenko gösterisi izleyerek  tamamlıyoruz.


Flamenko,İspanya'nın ünlü sanat dalı ,vurmalı çalgıların,staccato topuk seslerinin ve ruhun derinliklerinden akan şarkıların festivali.Başlıca iki grup şarkı var.Neşeli olanlarına, cante chico(hafif ezgi),aşkı ve ölümü içe işleyen biçimde sunanına ise cante jondo adı veriliyor.Ben çok keyif alarak izledim, giderseniz mutlaka bir geceyi bu gösteriye ayırın.Ama tavsiyem Madrid'te izlemeniz.


Ertesi gün 8 saatlik Madrid otobüs yolculuğu ile geçti.Rehberin anlattıklarını dinlerken vaktin nasıl geçtiğini anlamadım.Otelimize varmadan yine bir şehir turu yapıp,  fikir sahibi olduk.Maalesef, bu seferki otel şehirden çok daha uzakta.Metro ile iki istasyon değişerek merkeze, yani Puerta del Sol'a varılıyor.Otele yerleştikten sonra, metro ile merkeze gelip gece Sol'u keşfettik.Madrid'in merkezi burası.İspanyollar yılbaşında bu meydanda toplanıp kutlama yapıyorlarmış.Öylesine kalabalık ki sinema çıkışı gibi yürüyorsunuz.
Buradan yine şirin bir meydan olan, Plaza Mayor'a geçip kısa bir tur atıp, otelimize dönüyoruz.
Ansiklopedik bilgilere yarın Madrid ile devam ediyoruz...:))

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Barselona (2)

Dün, hep gezdiğim yerlerden bahsettim.Bugün biraz gözlemlerimi aktaracağım.Halkın kesinlikle İngilizce bilmediği, ama sizin bal gibi anlaştığınız sıcak bir ülke İspanya.Ve tabi insanları Akdeniz ülkesinin sıcaklığını size tüm doğallığıyla aktarıyor.Bir İspanyola soru sorun, anlatmak için kendilerini paralayan yardımsever insanlar.Tabi bir de madalyonun öbür yüzü var.Bu sıcak insanlar, bir konuşmaya başladılar mı ne zaman susacaklarını kestiremezsiniz.Her gün akşam 10.30'da akşam yemeği yeyip, nasıl kilo almazlar diye düşünüp dururdum.Sonunda çözdüm.O kadar çok konuşuyorlar ki, 5 dakikada 500 kalori harcadıklarına eminim.Metroda konuşan iki kadını izledim, kavga mı ediyorlar, sohbet mi ediyorlar çözebilene aşkolsun.Benim kulağım İspanyolcaya alışamadı maalesef.Onlar konuşurken, ben onların yerine de nefes alıp verdiğimi düşünmeye başladım...:))Gelelim bir başka konuya.Bir kere müthiş tembel bir ülke.Bankacılar saat 8:30'da iş başı yapıp 14.30'da evlerine gidiyorlar.Üstelik gece üçten önce uyumuyorlar.Sürekli sohbet, muhabbet, siesta hali yani...La Sagrada  Familia'nın niye bitmediğini daha iyi anladım....:))


Yemek kültürü, ağırlıklı olarak deniz ürünlerinden oluşuyor ve fener balığına ayrıca bir sempatileri var.Kahvaltı gibi bir olay onlar için yok gibi.Güne sütlü kahve ve el esmorzar ile başlıyorlar.Ülkede genç nüfus bir hayli az.Üniversite telaşı sınav kaygısı yok, git istediğin bölüme kayıt yaptır.Bu kadar basit.Ülkede 7 kadına 1 erkek düşüyor.Neredeyse kadınlar ordusu gibi.Kadınlar, Türk erkekleri ile evlenmek için son zamanlarda akın akın Türkiye'ye geliyorlarmış.Rehberimizin anlattıkları böyle..
Bu ülkede tek gıcık olduğum şey, boğa güreşleri oldu.Bu kanlı şovu izlemeye giden insanların  izahı yok.Bırakın kan,vahşet,savaş filmlerde kalsın.Boğalardan korkarım, ama eline kılıçlar alıp,onlara saplayan adamları izlemek nasıl bir mantıktır çözemedim.Daha sinir bozucu olan, hediyelik eşya dükkanlarında satılan banderillas(boğaya saplanan ince kılıçlar) satın alıp eve götürmek.Aklım almıyor açıkçası....:((

Alışveriş konusuna değinmedim.Bir kere müthiş pahalı bir ülke.Desigual mağazasını gözüme kestirip girdim.Birbirinden güzel elbise,t-shirt,çanta,kemer beğendim.Fakat o da ne bir t-shirt yaklaşık 150 Euro.Kendi kendime, Neval'cim yavaş yavaş dükkanın dışına doğru uza, diyerek kendimi dışarı attım.Harika şeyler var, ama el yakıyor.Mango,Zara gibi mağazalarda bizim ülkemiz ile aynı.Kısaca öyle bavul doldurup gelme lüksü yok bu ülkede.Son bir yorum Barselona mı, Madrid mi diye hep kıyaslanır, bende cevabımı vereyim, kesinlikle denize kıyısı olan Barselona diyorum.Zevkler ve renkler tartışılmaz tabi en iyisi gidin görün kendiniz karar verin...:))


1 Mayıs 2012 Salı

Barselona (1)

Gezimizi ETS tur ile planladık, ama turdan bağımsız kendi planladığımız şekilde gezdik.İlk durağımız Barselona'ydı.Tur şirketi hava alanından otobüs ile bizi alıp kısa bir şehir turundan sonra otele bıraktı.Akşam ilk keşfi yapmak için vakit uygun olmayınca,akşam yemeğini yiyip yattık.Ertesi gün maraton başladı.ETS'nin belirlediği oteller, şehir merkezinden uzak olduğu için metroyu keşfettik.İlk durağımız La Rambla caddesiydi.Barselona'nın kalbi demek daha doğru olur.Her zaman kalabalık olan bu caddenin, beş farklı bölümü var.Zaten o nedenle İspanyollar Ramblas demeyi doğru buluyor.Cadde üzerinde önce  kuş satılan tezgahlar,çiçekçiler sizi karşılıyor.Caddenin sağında Meşhur çikolatacısı Escriba'yı kaçırmamanızı öneririm.Yine bu caddede uğrayacağınız bir diğer önemli yer, La Boqueria olarak bilinen kapalı pazar.Tam yemek düşkünlerinin uğrayacağı bir mekan.Her türlü balığın,taze sebze ve meyvenin bulunduğu bu mekandan, meyve yemeden çıkmamanızı tavsiye ederim.Caddenin her yanı cıvıl cıvıl ve her saat yoğun.Eminim buraya yolunuz birkaç defa düşecektir.Şansımıza hava güneşliydi, sorunsuz caddedeki turumuzu tamamlayıp bu caddenin ara sokağındaki Palau Güell'e geçtik.


Gaudi'nin (İspanya deyince akla gelen ilk isim) 1885 yılında, Eusebi Güell için tasarladığı şık malikanedir.Oldukça ilginç olan binadan çıkıp, Plaça Reial'e geliyoruz.Bütün gün bıkmadan kalabileceğiniz bu meydanda barlar,kafeler,restoranlar mevcut.Burada yorgunluk molası verip, geziye devam ediyoruz ve benim en çok merak ettiğim yerlerden biri olan, Barri Gotic denen Ortaçağ semtine geliyoruz.Geziye ilk katedral ile başlayıp, Plaça Sant Jaume denen meydana geliyoruz.Belediye ve meclis binaları yer alıyor.1359  yılında yapılmış muhteşem binalar.Bu bölgeyi iki saat gezip, El Born bölgesine geçip Picasso müzesini ziyaret etmek istiyorum.Ama ne mümkün.Bilet kuyruğu inanılacak gibi değil.Kuyruk beklemekle bitecek gibi değil diyerek vazgeçiyor ve sahile geçip akvaryum ve Maremagnum denen alışveriş merkezi ile günü noktalıyoruz.



Gelelim yiyecek içecek kısmına.Kesinlikle tapas diyorum.Ama iyi yerlerde yemenizi öneririm çünkü inanılmaz lezzet farkı var.Gerçi tapas denen şey bildiğiniz meze ama çok popüler.Bir diğer yemek Paella,bildiğiniz deniz ürünleri ile yapılmış pilav.Ben çok beğenmedim ama zevk meselesi sizin hoşunuza gidebilir.İçecek olarak Cava denen İspanyol köpüklü şarabını ve Sangria'yı (şarap,meyve ve konyak karışımı) denemenizi öneririm.
İkinci gün ilk durağımız La Sagrada Familia.Kilise Gaudi'nin şaheseri.Henüz tamamlanmasa bile inanılmaz güzel.2026 yılında tamamlanması beklenen kilisenin duvarları ,görkemli kuleleri son derece etkileyici.Bu gezimizin ardından Parc Güell ikinci durağımız.Park ücretsiz gezilen her daim kalabalık bir park.Gaudi burada da yeteneğini konuşturmuş.Masal diyarına gelmiş gibi hissedeceğiniz harika bir yer.



Burası, doğayla iç içe bir yerleşim alanı olarak tasarlanmış.Parktaki tavanlar metal işleriyle,oluklu banklar ise renkli seramik parçalarıyla dekore edilmiş(Trencadis tekniği).Gaudi'nin uzun yıllar yaşadığı villa, bugün mimarın mobilyalarının ve hatıra eşyalarının sergilendiği ,Casa Museu Gaudi'ye ev sahipliği yapıyor.Buradan sonra rotamız Tibidabo.
Tibidabo şehrin en yüksek kısmı.Tepeden görülen manzara ise muhteşem.Pek çok eğlence aracını deneyen Barış yorulunca, otelin yolunu tutuyoruz.Bu günlük benden bu kadar, yarın Barselona'ya kaldığımız yerden devam ediyoruz..:))

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...